Kitap genelinde, ağırlıklı olarak, -pek çok akademisyenin ve düşünürün din ve insan hakkındaki tespit ve değerlendirmeleri de dahil olmak üzere- farklı kültürlerin tarihin farklı dönemlerinden bugüne uzanan süreçte dine nasıl baktığı, dini nasıl yaşadığı ve hayatında nasıl konumlandırdığı somut örneklerle anlatılmış.
Dinin iktidar unsurları ve rant peşindeki gruplar tarafından istismar konusu edilmesi, güç devşirme, güç pekiştirme, baskı, tahakküm ve dayatma enstrümanı olarak kullanılması hususunda eleştirel bakışı içermesini oldukça yerinde buldum ancak kitap içeriğinde İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik ile ilgili daha somut, daha detaylı bilgi olmasını beklerdim.
Unutulan, unutulmaya yüz tutan dinleri ihmal etmeme kaygısı nedeniyle bu üç büyük din hakkında doyurucu bir içerik bulamadım.
Dinin sadece tarih, uygarlık ve inanç ekseninde ele alınmasıyla yetinilip, ayrıca ahlak ve etik bağlamında da değerlendirilmemiş olması bence kitapta eksik kalan ve aksayan bir başka husus olmuş.
Bu sözler Faythe'i düşündürdü. "Kaç yaşındasın?" diye sordu. Nik burnundan soluyarak güldü. "Yaşlıyım. En azından senin türüne göre öyleyim, kendi türüm içinse epey genç sayılabilirim." Faythe gözlerini devirdi. Nik doğrudan cevap vermekten kaçınıyordu. İnsan zamanına göre yirmi beşinden büyük olamazdı. Nik onu inceleyerek, "Sen en az on yedi görünüyorsun." dedi. Faythe dudak büktü. "On dokuz yaşındayım, tamam mı?" Nik'e sertçe baksa da dudaklarının kenarı haylaz bir sırıtışla kıvrıldı. Düzgün bir yemek yeme imkânı bulamadan geçirilen günler nedeniyle gelişmeyen vücudunun onu yaşından küçük gösterdiğini tahmin ediyordu. Çünkü neredeyse yirmisine basacaktı.
Nik haykırarak güldü. "Ben neredeyse üç yüz yaşındayım." diye itiraf etti en sonunda. "Savaş başladığında burada değildim ama büyük savaşlar esnasında buradaydım."
Bin Bir Gece, ilk bakışta, sınırsız bir düşsellik alıştırması olduğu izlenimini yaratır, bununla birlikte, bu dolambacı keşfeder etmez, bunun
sadece başına buyruk bir karmaşa değil, bir imgelem aşırılığı olduğunu anlarız. Düşün de yasaları vardır. Onca ilintiyle dolup taşar: üç sayısının yinelenmesi, kopan azalar, insan bedenlerinin hayvanlara dönüşmesi, prensesierin güzelliği, kralların ihtişamı, büyülü tılsımlar, bir insanın isteklerine tutsak olmuş her şeye gücü yeten cinler. Bu yinelenen öğeler olay ör güsünü oluşturur ve tek bir kişiye atfedilemeye cek kadar kusursuz bu büyük ve kolektif yapıtın kişisel biçemini meydan getirir.
Eğer dünyada hiç insan olmasaydı, acı miktarı büyük ölçüde azalırdı. Mizantropik argüman bu uç noktaya getirilmese bile en azından insan nüfusunun radikal biçimde azaltılmasını savunmak için kullanılabilir.
İnsanlığın sonlanması dünyadaki acıyı epey azaltsa da tamamen ortadan kaldıramaz. Geriye kalan hissedebilen canlılar acı çekmeye devam eder ve onların da dünyaya gelmesi hala zararlı olabilir. Mizantropik argümanın bu kitapta sunduğum argümanlar kadar ileri gitmemesinin nedenlerinden biri de bu. Sunduklarını, insan türüne karşı antipatiden değil, hissedebilen tüm canlılarla empatiden kaynaklanıyor. Dahası, insanlar filantropik argümanlara karşı direnç gösterseler de, mizantropik argümanlara daha da fazla direnç göstereceklerdir. Fakat mizantropik argüman, filantropik argümanla uyumsuz değildir.
Var olmanın her zaman zararlı olduğu görüşünü insanların benimsemesi düşük bir ihtimal. Çoğu insanın çocuk yapmayı bırakması daha da düşük bir ihtimal. Tam tersi, görüşlerim büyük ihtimalle görmezden gelinecek ya da reddedilecek. Bu da, şimdi ve insanlığın sonuna kadar geçecek sürede büyük oranda acıya sebep olacağı için, filantropik bir tepki olarak değerlendirilemez. İnsanlara karşı kötülük barındırdığı da söylenemez, fakat var olmanın zararlarına karşı kişinin kendini kandırmasıyla ortaya çıkan kayıtsızlığın bir sonucudur.
“Yirmi beşime geldiğimde evlenmiş olacağımı sanıyordum, biliyor musunuz? Otuzda iki çocuğum, küçük bir köpeğim ve büyük bir kredi borcum olacaktı. Ama işte, otuz üç yaşındayım ve işler planladığım gibi gitmemişti.”
Nihonbaşi Köprüsü'nden bir dakikada kaç insan geçtiğini bilmiyordum. Eğer köprünün yanında durup, gelip geçen insanların kalplerindeki dert ve tasaları tek tek dinleyebilseydiniz, büyük ihtimalle bu dünyada yaşamak dehşete düşürecek kadar zor olurdu. Ama bizler tanımadığımız insanların yanından geçip giderken bunları düşünmüyorduk hiç.
Epsilon yayınlarından çıkmış 152 sayfalık eser 5 bölümden oluşmaktadır. Richard Bach tarafından 1970 yılında yayınlanmış olan kitapta 4. Bölüm hikâyenin güzelliğini bozduğu için yayınlanmamış, ta ki 2014 yılına kadar. Kitaptaki son söz kısmı bunu açıklamaya ayrılmış. Eser,yer yer masalsı öğeler taşıyan öyküleyici anlatım biçimiyle fabl türünde
Kitabın orjinal adı “The Schopeanhauer Cure” olmasına rağmen dikkat çeksin diye Türkçesine “Bugünü Yaşama Arzusu” büyük puntolarla eklenmiş. Bence bu isim kitabın içeriği hakkında biraz alakasız bir önyargıya neden oluyor. Ben kitabı satın alırken; yaşam enerjisini yükseltmeyi vaadeden ufak ipuçları içeren bir kişisel gelişim kitabı gibi bir yargı
''Hiçbir şeyin farkında olmamak çocukluk çağının en büyük lütfudur. Üç-dört ya da beş yaşında bir çocuk, savaştan, barıştan, insan öldürmekten ya da anlaşmalardan ne anlar?''
Psikolojik açıdan inceleyecek olursam:
Distopik bir dünyada sosyal çıkarımlar yaparken, bir suçludan fazlası olup, kaybolmuş bir gencin sınırlarını keşfetttiği hikasine tanıklık ettim. Sevmeye hazır olana dek nefret saçan genç Alex, sevebilmek için neyi bekliyor? Onlarca kez sorduğum bu sorunun cevabı, kitabın sonlarına doğru kendini açık
Bürokrat kapitalistler, halkı ulusal şovenizm ve burjuva popü lizm kışkırtmaları ile aldatmanın özel işlevini yerine getirirler. ABD emperyalizmi, feodalizm ve bürokrat kapitalizminin kötülüklerine karşı ulusal kurtuluş ve halk demokrasisi için mücadele eden dev- rimci hareketi parçalayıp bozmak için parlamenterizmi kullanırlar. Çaresiz
24 Kasım 1859'da, Türlerin Kökeni'ni yayınlayan Darwin, bilimsel evrim teorisinin temelini atarken, canlı varlık popülasyonlarında üreme sırasında gerçekleşen küçük değişiklikleri ve bu varyasyonların doğal seçiliminin özellikle çevreye ve nüfus fazlasına bağlı olduğunu ifade eden varyasyon/seçilim kavramsal çifti sayesinde biyolojide
Çünkü onun derinliklerine ne kadar çok inersek, kendimizi de o kadar derinden hissederiz. Sadece hakiki insani varlığımıza ulaştığımızda ona yakın oluruz. Kim kendini iyi tanıyorsa onu da iyi tanıyordur; bütün insanlığın son sınırı o değilse hiç kimsedir. Onun eserine giden bu yolculuk bizi duygunun bütün araflarından, kötülüklerin cehenneminden, dünyevi acıların bütün basamaklarından geçirir: İnsanın acısından, insanlığın acısından, sanatçının acısından ve en sonuncusundan, en korkuncundan, Tanrı acısından. Yol karanlıktır, insan içinden tutku ve hakikat aşkı ile yanmalıdır, yanlış yollara sapmamak için: Onunkine girmeye kalkmadan önce kendi derinliğimizi baştan sona dolaşmalıyız. O haberciler göndermez, sadece deneyim bizi Dostoyevski'ye götürür. Ve onun şahitleri yoktur, bedeninde ve zihninde sanatçının şu üç mistik biriminden başka: Yüzü, kaderi ve eseri.